
İş-çevre ikilemi bir süredir günümüz toplumunun en uzlaşmaz ikilemlerinden biri olarak görünüyor. Bir tarafta ekmek parası derdinde ekolojik tahribata son derece duyarsız işçiler, öteki tarafta ise emekçinin derdinden anlamayan, orta sınıf kaygılar taşıyan çevreciler var. Oysa ikisinin de düşmanı ortak, gelecekleri de birbirine bağlı. Aslına bakarsanız ikilikler burjuva toplumunda oldukça yaygındır. Bu durum, kapitalist toplumda egemen üretim tarzı olan meta üretiminin karakteristiğinden gelir, metanın fetiş karakterinden filizlenir. Çok uzak değil bundan 50 sene öncesinde gidersek işçi sınıfının en çevreci toplumsal kesim olduğunu bile söyleyebilirdik. Peki o zamandan bu zamana değişen nedir? İşçi sınıfı bir anda doğa düşmanı olmaya mı karar vermiştir? Ekolojik sorun giderek elit bir duyarlılık haline mi gelmiştir?
Bu yazıda işçi sınıfı çevreciliği ya da emek ve ekoloji hareketlerinin ortaklaşmasının sadece potansiyeline dair değil mümkünlüğüne dair bir tartışma yürütmek istiyorum. Bunun için öncelikle Marx’ın Kapital’indeki değer analizinden yola çıkarak Marksizmin ekolojik potansiyelinin teorik ve politik temellendirmesine bir giriş yapacağım. Bu temel, argümanımın yalnızca bir temenni değil, kapitalist toplumun özünde yatan yapısal çelişkilere dayandığını gösterecek. Geçmişte yaşanan deneyimlerin başarısını ve son yıllardaki başarısızlığı anlamlandırmayı da kolaylaştıracak. Ardından bu temellendirmeyi özellikle 1970-90’lı yıllar arasında literatürde işçi sınıfı çevreciliği olarak geçen tarihsel deneyimlerle somutlayacağım. Son olarak da Türkiye’de geçtiğimiz birkaç yılda yaşanan olaylarda emek ve ekoloji hareketleri arasındaki ilişkiye dair bir tartışmaya girişeceğim.
Değer Yasası Anti-Ekolojiktir
Öncelikle, bu yazının girişinde söylediğim emek ve ekoloji hareketlerinin ortak düşmana ve kadere sahip olmasını temellendirmem gerekiyor ki çevrecilik işçi sınıfına iyi temennilerle atfetmeye çalıştığımız bir sıfat olmaktan çıksın. Marx’ın Kapital’deki değer analizi bize bunun için yeterli temeli sağlayacak.
Gotha Programı Eleştirisi’nin başlangıcında şu söze rastlarız: “Emek, bütün zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da, emek kadar, kullanım değerlerinin (ve elbette, maddi zenginlik bunlardan oluşur) kaynağıdır, ki, emeğin kendisi de, doğal gücün, insanın emek gücünün ifadesinden başka bir şey değildir.”.1 Kapital’in birinci cildinin meta bölümünde de buna benzer ifadeler yer alır. Buradaki önemli nokta, emeği toplumsal zenginliğin tek kaynağı olarak görüp onu kutsayan tarafın burjuvazi olmasıdır. Bu şekilde sömürü ve yağma yoluyla elde edilen zenginliğin arka planı gizlenmiş olur.
Bu durumu daha iyi anlayabilmek için meta fetişizmine bakmalıyız. Kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu toplumlarda zenginliğin görünüm biçimi olan metalar ikili bir karaktere sahiptir. Kullanım değeri ve değişim değeri olan ve birbirinin zıttını oluşturan bu özellikleri biraz inceleyelim. Kullanım değeri bir şeyin toplumsal ihtiyaçları karşılaması ve yararlılığı ile ilgilidir, mesela bir bardağı sıvıları içmekte kullanmamız onun kullanım değerini oluşturur. Bu özellik tamamen fiziksel özelliklerle ilgilidir ve şimdiye kadarki tüm sosyoekonomik düzenlerde varolagelmiştir. Değişim değeri ise bir meta için birden fazla görünüme bürünebilir. Bir evin değişim değeri, iki araba veya beş sandal olabilir. Demek ki bu üçünde de gözle görülemeyen ama toplumsal olarak kabul gören bir şey vardır. Buna değer diyoruz. Bir şeyin değeri ise onu üretmek için harcanan toplumsal olarak gerekli emek zamandır. Bu denklemin çarpıcı bir yanı vardır, tüm emeklerin eşit olduğu soyut emek kategorisine ihtiyaç duyar. Toplumsal olarak kabul görmediği sürece tüm insanların emeğinin eşitlenebileceğini söyleyemeyiz, bu yüzden soyut emek tarihsel bir kurgudur. Yani kullanım değerinin aksine değer, fiziksel olmayan toplumsal bir ilişkiyi yansıtır ama kesinlikle maddi bir güce sahiptir. Değer, kullanım değerinin tam tersidir çünkü bir şeyin hangi koşullarda üretildiğine, onu üreten üreticinin doğal koşullarına kayıtsızdır. Değer soyut ve toplumsal bir kurgu olmasına karşın bir niceliği belirtir, o da emek zamanı ile ölçülür, bu yüzden kapitalist toplumlarda değerin görünüm biçimi değişim değeri olarak karşımıza çıkar. Kullanım değeri ise gözlerden ırak kalmıştır. Meta fetişizmi ise bu değerin tarihselliğinden kopartılıp ürünlerin doğal bir özelliği gibi ele alınması yanılsamasını ifade eder.
İşte Gotha Programı Eleştirisi’nin başında bahsedilen burjuvazinin kutsadığı emek, tüm doğal koşullarından kopartılmış ve ne olursa olsun herkes için eşitlenmiş, soyut emeğe indirgenmiş emektir. O, kendisinin de bir parçası olduğu doğadan ve onun koşullarından soyutlanmıştır. Marx’a göre insan çalışma ile doğayı dönüştürerek ihtiyaçlarını karşılar. Bu süreçte kendisi doğayı dönüştürürken onun tarafından dönüştürülür. Bu yüzden doğa insanın inorganik bedenidir. Ondaki her dönüşümün etkisini kendisinde de görür.
Demek ki insanın üretim faaliyeti emeğe ihtiyaç duyduğu kadar doğaya da ihtiyaç duyar. Ve emeğin kar için sömürüsü, doğanın da aşırı kullanımını ve yağmasını; üretim araçlarından kopartılmış ve soyut emeğe indirgenmiş üreticilerin varoldukları doğal koşullardan da kopartılmasını beraberide getirir. Üretim sürecinde kontrol sahibi olmadığı için tahrip olan doğal koşullar üzerinde de denetleyici olamayan üretici inorganik bedenine yabancılaşır. Üretim sürecinde kendisi hasara uğrarken inorganik bedeni de hasara uğrar. 2
İşçi Sınıfı Çevreciliği, Kazanımlar
1970’li yıllarda İtalya, ABD gibi ülkelerde ortaya çıkan işçi sınıfı çevreciliği olarak bahsedebileceğimiz hareketler, yoğun olarak ilaç, petrokimya, maden, enerji, inşaat sektörlerinde yaşanmıştır. Bu sektörlerin şöyle ortak bir özelliği var, toksik maddelerin girdiği üretim süreci hem işçi sağlığı açısından hem de üretim yapıldığı doğal çevre açısından yıkıcı sonuçlar yaratır. Mesela ABD’de 1960 ve 70’li yıllarda petrokimya, metal ve tarım iş kollarındaki sendikalar ile çevre örgütleri arasında ittifak kurulduğunu görüyoruz. Hem işçi sağlığının hem de ekolojik dengelerin korunması anlamında taleplere sahip bu ortaklaşmalar, kazanımları da beraberinde getiriyor. Yine 1970 tarihli Temiz Hava Yasası ve 1972 tarihli Temiz Su Yasası gibi çevresel düzenlemeler bu mücadelelerin sonucunda kazanılmıştır.3
İtalya’da da ABD’dekine benzer bir deneyim görüyoruz. 1960’lardan 80’lere kadar İtalyan Komünist Partisi’nin ve ona bağla İtalya Genel İş Konfederasyonu’na eleştirel yaklaşan Porto Marghera grubu, işçi sınıfı çevreciliğine dair önemli bir yaklaşım sergiliyor.4 Onlara göre hasar (noxiousness), zarara uğramayı niteler. Kapitalist üretim sürecinde işçi ve doğa hasara uğrar. Bu salt niceliksel bir kayıp değildir. Bu yüzden sadece daha az saatler çalışarak ya da ücretlerin yükseltilmesiyle giderilemez. Kapitalist çalışmanın doğasında olan bir sorun olduğu için kapitalist çalışmanın tümden ortadan kaldırılması gerekir.5
Düşmanlık Nereden Doğdu?
İşçiler nasıl çevre ve çevreci düşmanı oldu konusuna gelirsek burada devlet-sermaye işbirliğiyle bir karşı propaganda süreci görürüz. Özellikle 80’li yıllardan sonra örgütlü yapıların devlet şiddetinin farklı uygulanışları ile dağıtıldığını, örgütlülüğün zayıfladığını gözlemliyoruz. Bunun yanında iktidar yanlısı sendikalar da solda duran sendikaların gücünü kırmak için önemli bir buluştur. Çevrecilerin bir düşman olduğu genellikle bu sendikalar tarafından propaganda edilmiş, işçiler işsiz kalmak ile bizzat bu sendikalar tarafından korkutulmuş, iş-çevre ikiliği bu şekilde yaratılmıştır. Gücünü kaybeden devrimci sendikalar ve onların faaliyetlerinin yokluğunda çevre, işçi sınıfı için elit bir duyarlılık haline gelmiştir.
Çok uzağa değil, Türkiye’nin yakın tarihine bakarsak Akbelen ve İliç’te iktidar yanlısı sendikalar tarafından örgütlenerek “çevreci düşmanı” haline gelen işçileri gördük. Ancak, Akbelen için aynısını söyleyemesek de İliç’te yaşanan katliamın ardından bölgede Bağımsız Maden-İş Sendikası’nın etkili olmasıyla bir zamanlar ekolojistleri İliç sınırına bile sokmayan işçilerden “Maden topraklarımızı terk et!” şiarlı açıklamalarla karşılaştık. Şirket tarafından tazminatları ödenmeden işten çıkartılan işçiler yaptıkları eylemlerde devletin bozulan toprakları yeniden tarıma uygun hale getirmesini ve bu gerçekleşene kadar işçilere mal olan hasarların da şirket tarafından ödenmesini talep etti. Madeni yeniden açtırmayı değil ekolojik sayabileceğimiz bir şekilde geçimlerini sağlamak isteyen bu işçilerin talepleri elbette ekoloji hareketi tarafından da sahiplenebilecek, hatta birlikte mücadele verilebilecek ortak taleplerdi. Tabii bu tarz ekolojik taleplerin ortaya çıkmasında Türkiye’de çok uzun bir zamandır politik deneyim biriktirmiş olan ekoloji hareketinin etkisi oldukça önemlidir.
İş-çevre ikilemini verili bir gerçeklik ve çözülemez bir denklem olarak ele almaktansa sorunu bu iki dinamiğin toplumsal hareketinin örgütlülüğündeki zayıflık ile ilişkilendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. İşçilerden henüz hayati tehlikesi olan işlerde çalışmaya ses çıkartmazken ekolojik yıkıma ses çıkartmalarını bekleyemeyiz. Burada bir aşamacılığa gitmek ve işçiyi parçası olduğu doğadan ayırmak istemiyorum. Ancak işçi sınıfına siyasal bilinç dışarıdan verilir. Ekolojik yıkımın asıl nedenini tarihin tozlu sayfalarına gönderebilecek kilit sınıfın, diğer toplumsal eşitsizlikler hakkında da siyasal bir bilinci aşılayabilecek devrimci sendikalar ve partiler tarafından örgütlenmesi önemlidir. Çevre hakkında birçok yasal düzenlemeler ile sonuçlanan mücadelelerin İtalya gibi emeğin örgütlülüğünün ve komünist partilerin güçlü olduğu yerlerde olduğuna şaşmamalı.
KAYNAKÇA
1 Marx, K., & Engels, F. (2017). Gotha ve Erfurt Programları Üzerine. (çev. E. Özalp) İstanbul: Yordam Kitap.
2 Paul Burkett (2011). Marksizm ve Ekolojik İktisat, Kızıl ve Yeşil bir Ekonomi Politiğe Doğru. (çev. E. Günçiner). İstanbul: Yordam Kitap.
3 Stefania Barca (2012). “On working-class environmentalism:a historical and transnational overview”. Interface: a journal for and about social movements Article. Volume 4 (2): 61 – 80.
4 Cemil Aksu (2024). “Emekoloji: Sınıf Mücadelesinin Yeni Boyutları”. Ayrıntı Dergi, sayı 47, 21-30.
5 Lorenzo Feltrin (2020). “Hatalı “İş-Çevre” İkileminden Çıkış”. https://umutsen.org/index.php/2022/07/hatali-is-cevre-ikileminden-cikis-lorenzo-feltrin/
*Özgürlükçü Gençlik Dergisi Bahar 2025 sayısından alınmıştır