
İlk nüveleri 1950’lerde ve 1960’larda Amerika’da ortaya çıkmaya başlayan ve kendisini Yeni Çağ Hareketleri (YÇH) olarak adlandıran spiritüel arayışlar 90’lı yıllara varıldığında karşı kültür çerçevesinde ABD ve Avrupa’da ana akım kültürel hareketler arasında yer bulmaya başlamıştır. Farklı sembol ve ritüeller ile farklı pratikler icra etmek üzere çeşitlenen bu Hareketler en temelde her iki “dünyayı” da anlama ve alternatif yaşam pratiklerini açığa çıkartma arayışında olduğunu belirtmeleri ile ortak bir paydada tanımlanabilir. Birbirinden farklı birçok kültür ögesini içerisinde barındıran ve gerçek insani potansiyelin açığa çıkartılması yoluyla, insanın kendini gerçekleştirme hedefine ulaşabileceği iddiasında bulunan bu arayışlar, pratikte merkezlerine kişisel gelişim ve kişisel iyi olma hali ile bütünsel şifa bulma konularını alırlar (Cengiz, Küçükural, Gür, 2022).
Spiritüel arayışlar ve pratikler gerek katılımcıları gerekse karşıtlarının gündemini yoğun şekilde işgal etmekte olarak son yıllarda Türkiye’de geniş bir popülariteye ulaşmıştır. Bu arayışlar özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropol kentlerin üst sınıf mahallelerinde yaşayan eğitimli ve yüksek gelir seviyesine sahip, orta yaşlı insanlar içerisinde ciddi karşılık bulmaktadır. Yoga, reiki, biyoenerji, astroloji, meditasyon, “ruhsal varlıklarla” ilişki kurma vb. şeklinde vücut bulan spiritüel pratikler geniş bir toplumsal kesimin dünyayı anlama ve yorumlama biçimi haline gelmesi itibariyle sosyolojik bir olgu olma düzeyine ulaşmıştır. İnsanların bu tür inanç ve pratiklere neden ilgi duyuyor oldukları izaha muhtaçtır.
Türkiye toplumu içerisinde her ne kadar geleneksel ve örgütlü dinin etki alanına ulaşamamış olsa da kitleselleşmeye başlayan bu hareketler, örgütlü din çevrelerinin gelecek ajandasında mazur görülebilecek nitelikte değildir. Marjinal olarak tariflenseler de son yıllarda deizm ve
ateizm özelinde gençler içerisinde karşılık bulduğu belirtilen spiritüel arayışlar, Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere, tarikat, cemaat, vakıflar ağıyla toplumu dindarlaştırmayı hedefleyen siyasal İslamcı iktidarın gelecek projeksiyonundan bir sapma olarak görülmesi yönüyle de dikkatle ele alınmayı hak eden bir fenomendir. Siyasal İslamcı iktidarın 2002 yılından bu yana “dindar ve kindar nesil” yetiştirme hedefi kapsamında, 4+4+4 modeliyle eğitimin dinselleştirilmesinden, zorunlu din derslerinden zorunlu imam hatiplere doğru bir dayatmasının yaşandığı toplumumuzda deizm ve ateizm özelinde spiritüel hareketlerin yükselişi olgusu toplumsal bir çelişkiyi ifade edebilir, itiraz refleksi olarak da okunabilir. Toplumsal dönüşümlerin izleri böyle itirazlarda aranabilir. Öyle ki böyle arayışlar ve pratiklerin kendileri o toplumda dipten gelen bir dalganın varlığına işaret eder. Ve bu yönüyle toplumsal dönüşümün bir veçhesi olarak ele alınabilirler.
Spiritüel Arayışların Tarihselliği ve Gelişimi
Yeni Çağ Hareketleri olarak tanımlanan spiritüel arayışların genel bir tanımını yapmak çok farklı felsefi ekollerden, farklı dini pratiklerden, bireysel inanç ve hislerden beslenmesi sebebiyle mümkün değildir. Fakat bu çeşitli pratiklerin seyri izlenip ortak özellikleri genel bir çerçeve şekilde tespit edilebilir. Spiritüel arayışların ortaya çıkışını ruhani hisler veya okült bilgi arayışları olarak ele alırsak bu tarz arayışları insanlık tarihinin her döneminde görebiliriz.
İsmiyle müsemma ele alıp daha “yeni” döneme bakarsak daha ziyade ilk nüvelerini 2. Paylaşım Savaşı sonrası modernizmin krizi tartışmalarının ertesinde, yaygın bir hal alışını ise 1970’lerde başlayan ve 90’larda zirveyi gören neoliberal “yeni dünya düzeni” şartlarında görmek mümkündür. Sanson’un (2009) “Batının epistemolojik krizi”, Heelas’ın (1996) “alternatif arayan bohemlerin, züppelerin, anarşistlerin, hayal kırıklığına uğramış üst sınıfların karşı kültür fikriyle yakından ilişkili” olarak tanımladığı spiritüel arayışlar, içlerinde baskın bir şekilde gözlenen beklenti ufkunun silikleştiği, kamusallığın yittiği, toplumsal aidiyetlerin silikleştiği çoklu kriz çağının ürünüdür.
“Ruhsal varlıklarla” iletişim, biyoenerji, reiki, yoga, meditasyon vb. pratik farklılıklardan, felsefi anlamda beslenilen ekol farklılıklarına ve dini inanışlarda yaşanan farklılıklara rağmen bu kadar çeşitli arayışın öznesi olan insanları birleştiren ortak noktalardan biri eğitimli ve şehirli bir toplumsallığın parçaları olmalarıdır. Bu şehirli ve eğitimli grupların arayışları geleneksel dini inanışlarla keskin sınırlar içermese ve yer yer geleneksel dini inanışların, kişisel yorumlar ve ölçülerle kendi nesnelliklerine uydurulması şeklinde içerildiği gözlense de yine bu kesimlerin örgütlü dine mensup olmamaları bir diğer ortak özelliklerini oluşturur. Eğitimli ve
şehirli bu kesimler modern yaşamın kendilerine sunduğu nimetleri tüketmelerine rağmen maddi yaşamın barındırdığı çelişkileri aşamamaları sebebiyle gelecek beklentilerini hızla tüketmiş ve geleneksel çözüm yollarına olan inançlarını da kaybetmişlerdir. Bu kesimlerin spiritüel arayışlara katılma dinamiklerinin temelini bu tükeniş ve kaybetme hissi oluşturur. Tükeniş ve kaybetmenin çözümünün arandığı spiritüel pratiklerin bu yönüyle mikro ve makro olmak üzere çok boyutlu faktörleri vardır. Makro düzeyde modernizm, post modernizm, sekülerizm, neoliberalleşme gibi faktörleri, mikro düzeyde ise sosyo-ekonomik problemler, kişisel travmalar, metafizik olaylar, orta sınıf yalnızlığı ile kamusal beklentilerin kaybını saymak mümkündür. Modernizmin ürünü olan her şeyi hesaplayarak, planlayarak inşa eden akıl çağının yaşamın büyüsünün kaybedilmesine yol açtığı eleştiri ve maddi yaşamda gelişen tıkanıklık bu insanları yaşamı alternatif şekilde örgütleme arayışına yönlendirmiştir. Bu alternatif yaşam arayışı ise modernizmin planlı, yoğun, hızlı yaşam dayatmasının verdiği sürekli denetlenme ve yarışta olma hissinin yanında beraberinde getirdiği belirsizlikler sebebiyle, çözümü yenide aramak temelinde olmuştur (Cengiz, Küçükural, Gür, 2022).
Spiritüel arayışların hemen hepsi öğreti olarak hayatın niteliği, iyi oluş ve kurtuluşa ulaşmanın yollarını hedef alır. Bu üç temel hedef modernizmin verili anlayışlarının dışında yeni alternatif perspektifleri gerektirir. Kişinin hayatını kuşatmış bağımlılık ilişkilerinin dışında bağımsız birey olması, verili etik anlayışının dışında alternatif etik değerlerini inşa edebilmesi, insani sınırları aşarak gerçek özgürlüğe ulaşması, bireysel tecrübelerinde kendini dinlemesi ve içsel mükemmelliği yakalayarak iyi olması bu öğretilerin temel hedefleridir. Bu iyi olma hali aynı zamanda fiziksel, psikolojik ve varoluşsal krizleri aşmış olmak anlamında iyi olmak olarak tanımlanır. Spiritüel alan içerisinde bütün bu amaçların toplamı şifa kavramı ile ifade edilir.
Şifa/Şifalanmak kavramı spiritüel hareketler içerisinde merkezi bir öneme sahiptir. Yan yana gelen spiritüel topluluklar farklı pratikler etrafında fiziksel, psikolojik ve de varoluşsal iyi olma hallerini arttırırken bu yolla şifalandıkları ortak kabulüne varırlar. Bu yan yana gelişlerde bedensel aktiviteler merkezi yer tutarlar. Bedenin fiziksel sınırlarını geliştiren aktiviteler eşliğinde gerçekleşen spiritüel pratikler zihnin sınırlarını aşar ve bedenin maddi nesnelliğini, öznel bir spiritüel alana taşırlar. Bu süreç kişinin kendisiyle ilişkisini tamamen kendi üzerinden kurduğu özgürleşme anının yakalandığı bir şifalanma faaliyeti olarak kabul edilir. Şifalanma aynı zamanda bedenin ve zihnin yeniden düzenlendiği bir etkinlik olmanın ötesinde kişinin dönüşümü anlamına da gelir. Bütün evrenin ortak bir bütünlüğün parçaları olduğu fikrinden beslenen spiritüel pratikler için bu bütüncüllüğü anlamak ve ona uygun bir yaşam kurmak bütünsel şifanın bir parçasıdır. Bireyin kendini gerçekleştirmesinin yolu şifalanmasından geçer.
Mutlu olmak için kendini gerçekleştirmesi gereken özne, bu yolda kendi kendinin en iyi haline ulaşmalıdır. Bu yönüyle şifalanmak içinse düzenli şekilde kişisel gelişimine odaklanmak zorundadır. Paradoksal şekilde özgürlüğü ararken yeni zorunluluklara saplanan özne, “modernist ilerlemeyi” reddederken, “spiritüel gelişimin” ritmine ayak uydurmak mecburiyetinde kalmıştır. Doğanın ve toplumun onda yarattığı krizler ve yalnızlık hissi ile baş etmesinin tek yolu yine kendi çabasının eseri olarak ortaya çıkmıştır (Toprak, 2023).
Spiritüel hareketlerin kendini gerçekleştirme vizyonunun merkezinde yer alan şifa kavramının beraber düşünülmesi gereken bir diğer perspektif sağlık ve beden ilişkisidir. Sağlık (health) kelimesinin etimolojik kökeni “bütün” (whole) kelimesi ile ilişkilidir (Toprak, 2023, s. 11). Bütüncüllük perspektifi ile ancak bütüncül bir şifa temeli inşa edilebilir. Spiritüel arayışların tamamında belli düzeylerde fiziksel sınırların aşılması ve sağlıklı beden teması önemli yer tutar. Burada beden, sağlık ve hastalık algısı ise biyomedikal kavrayışın ötesinde anlamlar barındırır. Spiritüel hareketler iktidarların disipline edici programlarının reddiyesi yaklaşımı çerçevesinde bedeni de biyomedikal gerçeklik olmanın ötesinde düşünürler.
Modern iktidarların, egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimini sağlamak için geliştirdikleri yönetimsellik modeli, insan bedenini de verimlilik ve disiplin temelinde yeniden örgütlenmesini içerir. İktidar ilişkilerinin insan bedenine sirayet ettiği böyle bir moment Foucault tarafından biyopolitika olarak adlandırılır. Foucault’a göre “modern iktidar ilişkilerinde beden biyopolitik bir gerçekliktir”. Spiritüel pratiklerin beden-şifa ilişkisini ele alışları iktidarların biyopolitik uygulamaları çerçevesinde disipline edilmiş bedenin özgürleşmesini amaç edinir (Cengiz, Küçükural, Gür, 2022) (Foucault, 2024)
Neoliberal öznellik ve insan sermayesi
Neoliberalizm, kapitalist sermaye birikim rejiminin içerisine düştüğü “büyük buhranın” çıkış yolu olarak politik ve ekonomik pratikler paketi şeklinde ilk defa 1929 yılında tarih sahnesine çıktı. Yaşanan büyük yıkımın telafinin ancak “piyasanın gizli eli” ile mümkün olacağı kabulüne dayanan neo-liberal teoriler, zincirlerinden boşalmış bir özel mülkiyet rejimi ile serbest bırakılmış piyasa ve ticaret şartları talebi ile sermaye sahiplerinin duygularında ve beyninde önemli bir yer edindi.
Gel gelelim bu talepler ticaret yapacak ne mülkiyeti ne de sermayesi olmayan milyonların çıkarlarıyla uyuşmamış ve büyük buhran, büyük savaşla da çözülemeyince dönemin hâkim ilişkileri mülksüz milyonların çıkarlarının esas alındığı sosyal refah dönemi olarak adlandırılan uygulamalara göre kurulmuştur. İnsanlığın o ana dek gördüğü en büyük yıkım olan büyük savaşın ertesinde devletler arası jeopolitik çatışmaların da sınıflar arası çatışmaların da önüne geçecek bir uzlaşma zemini olarak “yeni düzen” ortaya çıkmıştır. Piyasa süreçlerinin ve şirketlerin girişimci faaliyetlerinin kimi sınırlamalarda yönlendirildiği ve sosyal politikalar eliyle düzenlendiği bu yeni düzen, kilit sektörlerde devlet mülkiyeti ve devlet planlaması esasına göre çalışmıştır. Keynesyen olarak adlandırılan dönemin ekonomi programı eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi temel insan hakları olmak üzere emekçi sınıfların yaşam koşullarını piyasanın kar hırsını dizginleyerek gözetmiştir (Harvey, 2015).
Bu dönemde kamucu politikaların kendi birikim imkanlarını zincire vurduğunu düşünen sermaye sahipleri alternatif çalışmalarını da gerçekleştirmekten geri durmadılar. 1947’de Avusturyalı siyaset felsefecisi Friedrich von Hayek’in çağrısıyla İsviçre’nin Mont Pelerin bölgesinde bir araya gelen bir grup ekonomist bölgenin adıyla anılacak şekilde Mont Pelerin Cemiyetinin kuruluşunu ilan ettiler. Cemiyet kuruluş bildirisinde neoklasik iktidarın serbest piyasa ilkesine bağlılıklarını ilan ediyor ve piyasanın görünmez elini tekrar tarih sahnesine çağırıyorlardı. Bu çağrı 1970’li yıllara gelinceye kadar cevabını bekleyecekti. 70’li yıllarda ise ABD ve İngiltere burjuvazisinden büyük destek alan Mont Pelerin Cemiyeti, Chicago Üniversitesinde Milton Friedman ile akademik alanda da görünür olmaya başladı. 1974’te Hayek’e, 1976’da Friedman’a verilen Nobel ödülleri ile neoliberal teorilerin görünürlüğü dünya çapında sağlanmış oldu. Neoliberal teoriler dünya genelinde kırmızı halıya çıkmadan önce 1971 yılında Şili’de halk ilk olarak onlarla tanışmıştı. Şili’de halk tarafından seçilmiş hükümet CIA destekli darbeyle devrildi ve yerine kurulan askeri diktatörlük eliyle halkın kazanılmış hakları gasp edildi. Mont Pelerin Cemiyetinin ve Chicago Okulunun ekonomi programlarını harfi harfine uygulayan darbeci Pinochet ilk olarak Allende’nin kamulaştırdığı demir yolları olmak üzere bütün kamu kaynaklarını özelleştirmelere açtı. Halkın sağlık, eğitim, yaşam haklarını garanti altına alan sosyal programları feshetti. Emeğin güvenceli çalışma koşullarını lağvedip güvencesiz esnek çalışma koşullarını kurdu. Akabinde neoliberal rüzgâr Brezilya, Mısır, Türkiye başta olmak üzere darbeler kuşağı eliyle yer kürenin her alanına yayıldı. (Harvey, 2015)
Neoliberalizm Harvey’in (2015) belirttiği üzere birçok çelişkiyi kendi bağrında taşımaktadır. Neoliberalizmin teorisyenleri devletin herhangi planlama müdahalesini istemezken, piyasanın düzenlenmesi adına müdahalesinden yanadırlar. Serbest piyasada, serbestçe süreceğini söyledikleri rekabetin aslında kalemi önceden kırılmış küçük meta üreticilerinin tekelleşmiş şirketlerce yutulması senaryosu olduğunu inkâr ederler. Projelerini “özgürlüğün anayasası” olarak tanıtırken demokrasiyi rafa kaldıran saldırgan sermaye düzeni görmezden gelirler.
Tüm bu çelişkilerinin yanında neoliberalizm sadece var olan hakların tasfiye edildiği, sömürünün ulus aşırı bir hal aldığı, siyasal rejimlerin “demokrasi-sizleştiği” özgün iktidar kipi değildir. Aynı zamanda farklı bir kuruculuğu da kendi bağrında taşır. Neoliberalizm “bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” liberalizminden farklı olarak, hiçbir boşluk “bırakmadan” toplumsal alanların ve ilişkilerin kapitalizmin işleyiş tarzına göre değiştirilmesini esas alan bir yönetimsellik inşa eder. Neoliberalizmin kitleleri yönlendirmek ve disipline etmek üzerinden kurduğu yeni yönetimsellik mantığı onun anti demokratik karakterini yansıtır. (Foucault, 2024). Ekonomik, ekolojik, politik ve etik krizleri, hâkim üretim ilişkileri lehine aşma girişiminde bulunan böyle bir yönelimin ideolojik, politik ve sosyolojik anlamda çok boyutlu bir iktidar ilişkisi inşa etmemesi kaçınılmazdır. Ekonomiden, kültüre, bireyin benliğinden, insan ilişkilerine kadar yayılan bu yeni yönetimselliğin, kitlelere düşen siyasal yaşamın dışına iterek nesneleşmeleri ve siyasal iktidarın bir avuç oligarkın eline toplandığı bir “demokrasi- sizleşme”dir. (Brown, 2018) (Dardot&Laval, 2020)
Salt bir ekonomik model olmanın ötesinde yeni yönetimsellik mantığıyla toplumun bütününün piyasa ilişkilerine göre yeniden kuran bir siyasal program olarak neoliberalizmde insan sermayesi, neoliberal özne ve benlik kavramları önemli bir konum edinir. Rekabetin insan ilişkileri açısından genel bir norm halini aldığı neoliberal yönetimsellik içerisinde insan sermayesi kavramı üretim ve yeniden üretim arasındaki açıyı da kapatır. Emek gücünün sahibi olmanın ötesinde insanın kendisini bir sermaye haline dönüştürmek, üretim süreci dışında yeniden üretim koşullarının idamesini de emekçi sınıflara yıkmak anlamına gelir. Emekçi sınıflar açısından artık hayatın bütün alanları kendi insani sermayelerini geliştirmekle mükellef oldukları üretime içsel alanlar haline dönüşür. “İşçinin sahip olduğu yetenek ve beceriler özel bir sermaye türü, ücret de bu sermayenin getirdiği gelir” olarak görülür (Dardot&Laval, 2020). Bu tersine çevirme de gelir getirmesi için emek gücünün yetenek ve becerilerini geliştirmek emekçinin asli görevi haline gelir. Bu yetenek ve becerilerin geliştirilme süreci emekçinin yaptığı işin niteliğini geliştirir. Fakat süreç içerisinde nispi artı değerin artmasına karşılık, mülk sahibi sınıfların karşılığını ödenmeden bu değere el koyması sonucu sömürü ilişki bir kat daha perçinlenmiş olur.
Piyasa mantığının kuşatması sonucu insani bütün özelliklerinin sermaye haline gelmiş olması öznenin kapitalist sistemde yaşadığı yabancılaşmayı da sömürü gibi bir kat daha perçinlenmiştir. İnsan sermayesini sürekli geliştirmekle mükellef olan neoliberal özne eğitim, öğretim, yetenek ve becerilerine sürekli yeni değerler katmalı ve bu yolla yeni bir imaj inşa ederek sermayesini geliştirmelidir. Kurduğu bütün sosyal ilişkiler bu inşa edilmiş imajın destekçi alanlarıdır. Gelinen noktada neoliberal özne için artık sosyal arkadaşlıklarından, çalışma arkadaşlıklarına hatta duygusal paylaşımlarına kadar her şey sermayesine değer katacak rekabet ve performans alanlarıdır. Bu performans sahasında neoliberal öznede ilksel insani özelliklerinden geriye sadece kırıntılar kalır. Hayatın bütün alanlarını alınabilir satılabilir meta olarak gören kapitalist sistemin zehri bireylere de işlemiş ve artık insan ilişkilerinin her parçası kendi özellikleri dışında birer fetiş özellikleri kazanmıştır. Sermayenin değerlilik mantığı etik/insani değerlerin önüne geçmiştir. Neoliberal özne Marx’ın yabancılaşma kuramında anlattığı her şeyi iliklerine kadar yaşar. Türsel özelliklerinin hepsi tasfiye olmuş durumdadır. Kendisine, emeğine, topluma ve doğaya karşı duyarsızlaşmış, yabancılaşmıştır. İnsan ve yaşama dair bütün gerçeklikler silikleşmiş yerlerini neoliberal öznelliğin yarattığı fetişler almıştır. Birey ve toplum ilişkisini, birey ve doğa ilişkisini bu düzeyde tasfiye etmiş olmak “toplum diye bir şey yoktur” diyen neoliberalizmin demir leydisi Thatcher’ın bile hayal edemeyeceği bir şeydir belki de (Brown, 2018) (Ollman, 2008) (Marx, 2011)
Özgürlük vaadiyle başlayan, refah ve mutluluğun girişim mantığıyla mümkün olduğunun tebliğ edildiği neoliberal anlatıda özne bütün toplumsallığından ve hayattan soyutlanmış yalnız ve güçsüz halde ortada kalır. “İnsan sermayesi piyasasının” ona dayattığı performanslara yetebilmek için yarıştaymışçasına efor sarf eden özne, bu yarışta tükenişe kadar çabalar. Bu yolda iki temel uca savrulma ihtimali vardır. Birincisi performansın içerisinde kendisi haz dinamiğini oluşturur ve zamanla narsist kişilik bozuklukları kendini dayatır. İkincisi ise öznenin yarışta tökezlediği yerde yetersizlik hissi başlar ve benlik yitimine açığa çıkar. Son tahlilde bu çıkmaz yollar özneyi süreklileşmiş tükenmişlik hissi, kaygı bozuklukları ve depresyon sorunlarıyla baş başa bırakır (Toprak, 2023).
Sonuç
Neoliberal yönetimsellik, biyopolitik biçimi ile hâkim üretim ilişkilerinin toplumu ve bireyleri tamamıyla kuşattığı bir hegemonya harekâtı niteliği almıştır. Toplumun kılcal damarlarından, bireylerin kişisel özelliklerine kadar sızan bir iktidar zemini kurarak maddi üretim ilişkilerinin sonucu olan krizlerin kaynağını kitlelerin zihninde belirsizleştirmiştir. Yaşanan somut çelişkilerin ve krizlerinin çözümünü ise ezilen kitlelerin bireysel yaşamlarında aramalarını yönlendirmiştir.
Hâkim ilişkilerin yarattığı normlara maruz kalan ve bu normların yarattığı çelişkilerin çözümünü arzulayan kitleler için spiritüel arayışlar bir çözüm adresi niteliği taşımaktadır. İnsanın kendini gerçekleştirebileceği maddi zemini verili toplum koşulları altında mümkün olmadığını düşünen bu özneler farklı felsefi ekol ve pratiklerden, farklı dini ve bireysel inanış ve tecrübelerden yola çıkarak “kendi kendilerine” iyi olma yolunu tercih etmiştir. Kendini gerçekleştirmek için yola çıkmış spiritüel hareketler, bu yolda ruh ve bedenin birliği anlamına gelen şifalanmak üzere yoğun fiziksel yoğunlaşma ve kişisel gelişim pratiğine odaklanır. Son dönemde yaygın olarak insanların yöneldiği bu arayışlar muhakkak ki deneyimleyen öznelerin belli taleplerini karşılık vermektedir.
Fakat son tahlilde spiritüel hareketler paradoksal olarak belli çelişkiler yarattığı da aşikardır. İyi olmak için kendi kendinin en iyi haline ulaşmak, yetenek ve becerileri düzenli geliştirerek kendi sınırlarını aşmak ve bu yolla şifalanarak özgürleşmek ve kurtuluşa ermek anlatısı paradoksal şekilde özgürlüğü ararken özneyi yeni bağımlılıklara saplamış, reddettiği “modernist ilerleme” teorilerine karşılık, “spiritüel gelişimin” ritmine ayak uydurmak mecburiyetinde bırakmış, biyopolitikanın disipline ettiği bedeni özgürleştirmek isterken kendi içerisinde bedensel pratiklerle bedeni farklı bir disipline edişe zorunlu tutmuştur. Bu yönüyle alternatif arayışlarını da çıkmaza sokmuştur.
Spiritüel hareketlerin, her şeyin alınabilir satılabilir meta olarak kabul edildiği küresel kapitalizmin pazar koşullarını teğet geçmesi ve kendisinin bir piyasa nesnesi haline gelmesi çıkmazı ise başka bir tartışmanın konusudur.
KAYNAKÇA
- Brown, W. (2018), Halkın çözülüşü: Neoliberalizmin sinsi devrimi, İstanbul: Metis Yayınları.
- Cengiz, K. Küçükural, Ö. Gür, H. (2022). Türkiye’de Spiritüel Arayışlar. İstanbul: İletişim Yayınları
- Dardot, P. & Laval, C. (2012). Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum Üzerine Deneme. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
- Dardot, P. & Laval, C. (2020), Bitmeyen Kâbus: Neoliberalizm Demokrasiyi Nasıl Ortadan Kaldırıyor, İstanbul: Sel Yayınları.
- Foucault, M. (2024), Biyopolitikanın doğuşu: College de France dersleri 1978 1979, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
- Gönç, T. (2017). Neoliberal Politikaların Küresel Düzeyde Sağlık Üzerindeki Etkileri. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 17(1), 159-178.
- Harvey, D, (2015). Neoliberalizmin Kısa Tarihi, İstanbul: Sel Yayıncılık.
- Heelas, P. (1996). The New Age Movement: The Celebration of the Self andSacralization of Modernity, Cambridge: Blackwell.
- Marx, K. (2011). 1844 Elyazmaları: Ekonomi, Politik ve Felsefe. Ankara: Sol Yayınları
- Ollman, B. (2008), Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı,İstanbul: Yordam Kitap.
- Özbek, M. (Ed.). (2004). Kamusal Alan. İstanbul: Hil Yayınları.
- Sanson, D. (2009). New/old spiritualities in the west: neo-shamans and neoshamanism.İçinde. Murphy, P & Lewis, J. R. (Ed.). Handbook of Contemporary Paganism. s. 433-462
- Toprak, F. (2023). Neoliberalizmin Acılarını New Age Maneviyatı ile Dindirmek.ViraVerita E-Dergi, (17), 1-28.